Ölümle dans: Savaş muhabirliği
Afganistan, Irak, Gazze, Suriye, Libya ve Mısır gibi sıcak çatışma bölgelerinde yaşanan olayları yerinde izleyen, alandaki deneyimlerini “Arap İsyanları Güncesi” adlı kitabında derleyen NTV’nin başarılı ve deneyimli muhabirlerinden Can Ertuna ile savaş muhabirliği ve gazetecilik üzerine konuştuk
Pek çok sıcak çatışma bölgelerinde haberci olarak bulundunuz. Sıcak çatışmanın ortasında kaldınız. Kitapta çoğu şeyi anlatmışsınız, ancak eklemek istediğiniz başka bir şeyler daha vardır elbette. Alanın içinden biri olarak deneyimlerinizden bahseder misiniz?
Her yerde çok farklı deneyimler yaşadım. Her coğrafyanın tarihsel, kültürel farklılıkları var. İnsan ilişkileri farklı kurulabiliyor. Keza her çatışmanın da, her ayaklanmanın da birbirinden farklı yanları var. Öncelikle çıktığımız yolculuklar çok alelacele çıkılan yolculuklardı. İstisnalar var tabi ama çoğu zaman bilinmeze doğru gidiyorsunuz. İndiğimiz ülkede hangi koşulların bizi karşılayacağını bilmiyoruz. Örneğin Mısır’da, Tunus’ta havalimanını dahi terk edemedik. Çünkü sokağa çıkma yasağı vardı. Kimi zaman 12 saat, kimi zaman ise 16-18 saat havalimanında kalmak zorunda kalıyorsunuz. Keza özellikle çatışmalı ortamlarda örneğin Libya’da, Suriye’de bir sonraki adımda sizi neyin beklediğini hiçbir şekilde bilmiyorsunuz. En belirgin duygu “belirsizlik hissi.” O belirsizlik insanın hayatına veya birlikte çalıştığı arkadaşının hayatına mal olabilir. Süreçlerin ortaya çıkışı ve şiddet boyutunda Libya’da ve özellikle Suriye’de eşine az rastlanır şiddet, yıkım ve can kaybına tanıklık ediyorsunuz.
Anadolu Ajansı savaş ve doğal afetler için özel eğitimi olmayan, sertifikası bulunmayan gazetecileri alana göndermiyor. Siz gitmeden önce herhangi bir sertifika programına gittiniz mi?
Evet böyle bir program var. Hayatta kalma becerilerinin, ilkyardım yetkilerinin öğretildiği bu programlara her savaş muhabiri gidebilmeli. Ancak kanaldan sadece ben gittim. Zaten ben o sertifika programına gittiğimde iki savaşı aradan çıkarmıştım. Dolayısıyla, Türkiye’de çoğu gazetecinin yaşadığı gibi ben de alanda piştim. Uluslararası meslektaşlarımız ile aramızdaki en büyük fark da bu diyebiliriz. Elbette ne olursa olsun alan deneyimin yerini hiçbir şey tutamaz.
Peki bu denli sıcak çatışmaların arasında kalmış bir haberci olarak siz ve ekibiniz can güvenliğinizi nasıl sağlıyorsunuz?
Açıkçası bizim yanımızda güvenlik uzmanları olmuyor. Bizim yanımızda zaman zaman durumdan duruma ya silahlı güçler ya da rehberlerimiz olabiliyor. 2012’den sonra Suriye’de size koruma vaat eden kişilerin sizi fidye için satıp satmayacakları veya bizzat onların sizi rehin alıp almayacakları çok belirsiz hale geldi. Bu durumu yaşayan Milliyet gazetesinden bir arkadaşımız var; Bünyamin Aygün. Birilerine güvendi gitti ve rehin tutuldu.
“Çatışma Bölgesinde Herkes Birbirinin Can Güvenliğinden Sorumlu”
Savaş bölgelerine kanal yönetiminin belirlediği gazeteciler mi gidiyor?
Yani ağırlıklı olarak bu konularda deneyim kazanmış, savaş ve çatışma ortamlarında pişmiş, o coğrafyayı bilen kişileri göndermek istiyorlar. Bir kişi gitmek istemiyorsa zorla yollayamazlar. Ben bizim kurumda aksine gitmek istiyorum diyorum, onlar “daha sonra gönderelim” diyorlar. Ben de şöyle bir sorumluluk alıyorum; kameraman arkadaşımın canı benim attığım adımlara bağlı ise herkesin birbirinin güvenliğini göz etmesi gerekiyor.
Bulunduğunuz ülkelerdeki halkın yurtdışından özellikle Türkiye’den gelen gazetecilere karşı bakışı ve tutumu nasıldı?
Türkiye’nin son dönemdeki dış politikasına Mısır’ın son hükümetinin çok ciddi ve ağır bir tepkisi var. Artık orada çalışmak hiç kolay değil. Keza Libya’ya bakıyorsunuz, ikiye bölünmüş durumda. Böyle ortamlarda çalışmak Türk gazeteciler için hiç kolay değil.
Peki hükümetin tepkisiyle halkın tepkisi paralel mi?
Kimi zaman öyle. Suriye–Türkiye ilişkilerinin bu döneme göre çok daha az yara aldığı, Türkiye Büyükelçiliği’ne yönelik eylemlerin sürdüğü dönemlerde Şam sokaklarında tepkiyle karşılanıyorduk. Mesela Mısır’da Mübarek’in ilk devrildiği dönem gittiğim Tahrir Meydanı’nda halka yaptığım sohbetler ile daha sonra Mursi’nin devrilmesinden sonra gittiğim Tahrir Meydanı’nda halkla yaptığım sohbetler arasında çok fark var. Türkiye’ye dönük tepkiler çok artmıştı. Bunun da altını çizmek gerekir.
Türkiye’de medyanın yansıttığından farklı bir manzarayla karşılaştınız mı?
Tabii. Medyanın iç politikaya bakışında olduğu gibi dış politikaya bakışında da ne yazık ki çok ciddi bir kutuplaşma var. Türk dış politikasına koşulsuz sahip çıkan bir medya kadar olabildiğince eleştiren bir medya da var. İkisinin arasında sıkışmış bir medya da var. Objektif habercilik yapmaya çalışan bir medya da var. Biz bunu yapmaya çalışıyorduk.
“Her An Gidecekmiş Gibi Olayları Takip Etmekte Fayda Var”
Bölgeye gidişiniz nasıl oluyor peki? Planlı, önceden düşünülmüş bir program oluyor mu?
Hayır, çok ani gelişiyor. Bir telefon geliyor ve “3 saat sonra uçağın kalkıyor” diyorlar. Keza Tunus’a öyle olmuştu. Dolayısıyla bölgeye ve coğrafyaya ilgi duyan birisi olarak her an gidecekmiş gibi olayları takip etmekte fayda var. Hatta son gelişmeleri dahi havalimanında uçağa binene kadar takip etmek gerekir. Çünkü bir gözle iç gündemi bir gözle dış gündemi izlemek zorundasın. Bu da ne yazık ki kanallarda uzmanlaşma olmadığından kaynaklanıyor. Yani aslında bu işin ideali şöyle olmalı; dış haber masasında çalışan kişilerin dış haberleri yapması gerekir. Ama bizim sektörde bir muhabir dış habere de bakıyor, polis-adliye haberlerine de, yerel yönetim haberlerine de. Bir noktadan sonra bu yüzden çok çaba sarf etmemiz gerekiyor. Çünkü kimi zaman iç gündemden bir haberi, kimi zaman bir felaket haberini, Soma’da ve Ermenek’te olduğu gibi kimi zaman bir iş cinayeti haberini, kimi zaman ise rutin gündemi takip edebiliyorsunuz. Bir gün sonra Tunus’tasınız, bir gün sonra Suriye’de. Örneğin en son Irak’a gittiğim gün çeltik fiyatlarıyla ilgili bir haber yapmak üzere Edirne’de tarladaydık. Kanaldan aradılar, “akşama uçak var hemen Musul’a gitmen gerekiyor” dediler. Edirne’den İstanbul’a gittim. Yarım saatte valizimi topladım ve o günün gecesinde Irak’taydım.
Bölgenin diline hakim olmak muhabir için ne kadar önemli?
Kesinlikle çok önemli. Arapça bilmememi en büyük eksiklerimden biri olarak değerlendiriyorum. Örneğin Balkanlara gittiğinizde Sırpça bilmeniz size çok büyük avantaj sağlar. Hırvatistan’da, Bosna Hersek’te, hatta Kosova’da ve Makedonya’da habercilik yapabilirsiniz. Rusça biliyorsanız Ukrayna’dan tutun da Orta Asya Türkiye Cumhuriyetleri’ne kadar çok geniş bir coğrafyada habercilik yapabilirsiniz. Dil bilmenin avantajını internette de yaşıyorsunuz. İnternetin sağladığı çok önemli avantajlar var. İnternet yoluyla sadece kaynağa değil, çok fazla çeviriye de ulaşabiliyorsun.
“En Büyük Korunma Kalkanı Habercilik Yapıyor Olma Duygusudur”
Türkiye’ye döndüğünüzde yaşadıklarınız hayatınıza nasıl bir etki bıraktı? Uzun bir süre sıcak çatışmanın arasında yaşadınız çünkü.
Etkilenmediğinizi düşünüyorsunuz. Ancak çevrenizdekiler, arkadaşlarınız, “çok ani tepkiler veriyorsun, agresifsin” demeye başlıyorlar. Kimi zaman 4-5 yıl önce bıraktığınız sigaraya bir anda başlamış olabiliyorsunuz. Mutlaka bir şeylerin izi kalabiliyor. Bu coğrafyada yaşayan insanlar olarak herkesin birtakım travmaları oluşuyor. Ama Türkiye’de habercilik yapmak da travma. 90’lı yıllarda Güneydoğu’ya habercilik yapmak, oradaki öykülere şahit olmak, Gezi Olaylarında gözünüzün önünde insanların yaralanması, tüm bunlar birer travma. Dolayısıyla bizim yaşadıklarımızı çok önemliymiş gibi göstermek istemiyorum. Çoğu meslektaşım bunları yaşadı. Ben çok şanslı bile sayılırım. Çünkü benim en uzun gözaltım 6-7 saat sürdü. Ama günlerce rehin kalan gazeteci arkadaşlarımız oldu, yaralanan gazeteci arkadaşlarımız, hatta hayatını kaybeden arkadaşlarımız oldu. Birtakım izler bıraktığı kesin, ama bir yerden sonra galiba onlarla boğuşma yeteneği de geliştiriyorsun. Örneğin Mısır’da toplu cesetlerin olduğu bir ortama girdik. Çalışma yapıyoruz orada. Bize rehberlik eden kişi ilk defa öyle bir ortama girdiği için dayanamadı çıktı. Ne görüntüye ne kokuya dayanabildi. Kameraman arkadaşımla birbirimize baktık ve dedik ki, “galiba biz alışmışız.” Lensin arkasından bakmak, yani çalışıyor olmak bize o duyguyu yaşatıyor. Yani çalışmayı bıraktığınız anda korkmaya, rahatsız olmaya başlarsınız. O an sizi meşgul tutan şey, en büyük korunma kalkanı, habercilik yapıyor olma duygusudur.
“Bir Şeyin Sebebi Olmamalı Haberci, Sadece Tanığı Olmalı”
Birçok sıcak çatışma bölgesinde, alanda doğrudan çalıştınız. Bu bölgelerde hiç vicdan muhasebesi yaptıran bir olayla karşılaştınız mı?
Öyle bir olayla karşılaşmadım, karşılaşmamak içinde elimden geleni yaptım. Bazen silahlı bir kuvvetle hareket ettiğinizde “hadi operasyon yapalım mı?” diyorlar. “Hayır, ona gerek yok” diyorsunuz. Yani ne yazık ki bazı meslektaşlarımız, “hadi bizim için operasyon yapın” diyebiliyorlar. Böyle bir şeyin sebebi siz olmak asla istemiyorsunuz. Bir şeyin sebebi olmamalı haberci. Sadece tanığı olmalı. Öyle bir riski de olmamalı. Kimi zaman kamera silahtan daha güçlü olabiliyor. Çok heyecanlandırabiliyorsunuz etrafınızdaki insanları. Neyse ki, hiçbir zaman kameramız bir cinayet silahına dönüşmedi. Aksi durumda herhalde çok ciddi bir vicdan muhasebesi yaşardım.
Arap İsyanları’nın etkili olmasında sosyal medyanın gücü var mı?
Bu isyanlar sosyal medya devrimi kesinlikle değildi. Çünkü her olay birbirinden farklı. Belli dönemlerde o isyanların örgütlenmesinde kolaylaştırıcı bir araç olarak sosyal medyadan çok faydalanıldı. Haberciliğin yapılamadığı ortamlarda, sosyal medya alternatif bir haber kanalı olarak insanların neler olduğunu görmesi, kimi zaman da bir manipülasyon aracı olarak kullanıldı. Ama bence her şeyi sosyal medyaya bağlamak hata olur.
“Ülkemizde Oldukça Sancılı Bir Habercilik İklimi Var”
Toplum için gerçekten gazetecilik yapıldığına, olayların objektif aktarıldığına inanıyor musunuz? Tüm bu son süreçler göz önüne alındığında.
Türkiye’de medya çok paramparça. Şöyle söyleyebilirim, benim gazetecilik kariyerimde git gide kötüye giden bir medya iklimi var. Türkiye’deki gazetecilik mesleği dünyadaki örneklerle, özellikle demokratik ülkelerin medyalarıyla kıyasladığımızda oldukça kötü bir durumda ne yazık ki. Her geçen gün de bu durum kötüye gidiyor. Kalitenin sürekli erozyona uğradığı bir süreçten bahsediyoruz. Dolayısıyla da şu an ülkemizde oldukça sancılı bir habercilik ve gazetecilik iklimi var.
Bir gazeteci olarak, gazetecilerin gerçekten özgür olduğunu düşünüyor musunuz? Herhangi bir haberinize sansür durumu oldu mu?
Oldu evet. İç gündeme ilişkin bir haberdi. Böyle bir durumda sonuna kadar mücadele ettim ve mücadele alanıma otosansür koymadan hareket ettim. Özellikle genç meslektaşlarımızda bir aşamadan sonra yaptıkları habere dair, “bu nasıl olsa yayınlanmaz. Ben bunu hiç öner miyim” şeklinde bir tutum oluşuyor. Bunu doğru bulmuyorum. Haberi yapın, teslim edin, bırakın yayınlamasınlar, ama bu durum kayda geçsin. Ben dış gündemi takip ettiğim için çok fazla sansürle karşılaşan bir gazeteci olmadım. Bu yüzden şanslıyım. Hala anaakım medyada bir şekilde var olabiliyorum. Ama ben de çalıştığım kurum yönetimi ile gezi sürecinde bazı anlaşmazlıklar yaşadım.
“Merak ve Vicdan Her Şeyin Başında”
Ve son olarak bir gazetecide olması gereken en temel özellikler sizce nelerdir?
Ne yazık ki, Türkiye’de belki de gelmiş geçmiş medyanın en büyük baskıya alındığı dönemi yaşıyoruz. Dolayısıyla bu işi yapacak insanlar ne yazik ki bunu göze almalı. İyi gazetecilere bu dönemde ihtiyaç var. Ne gerekir? Merak gerekir. Tek başına merak da yetmez, vicdan gerekir. Vicdanlı olmak çok önemli. Bilgi birikimi gerekir. Yani belli alanlara ilgi duyuyorsunuz. O alanlarla ilgili çok okumak gerekir. Ve etrafa bakıp “tamam standart bu, ben burada idare ederim” değil, uluslararası standartlarda bu iş nasıl yapılıyor diye araştırmak ve o standartları da yakından izlemek gerekir. Dolayısıyla buradaki standartlara razı olduğunuz zaman o sizi her zaman aşağıya çeker. Ama bir haberci için merak ve vicdan her şeyin başında. Son olarak bu ülkenin iyi hakimlere, iyi savcılara, iyi öğretmenlere tüm bunların meraklısına, vicdanlısına ve bilgi birikimi yüksek olanlarına ihtiyaç olduğu kadar; meraklı, vicdan sahibi ve çok bilgili gazetecilere de ihtiyacı var. Hala iyi gazetecilik yapılabilecek mecralar var. İleride daha da fazla olacak diye umut etmek en önemli motivasyonumuz.
Can Ertuna Kimdir?
Can Ertuna 1978 yılında Ankara’da doğdu. ODTÜ Sosyoloji bölümünden mezun olduktan sonra yüksek lisansını ODTÜ Kentsel Politika Planlaması ve Yerel Yönetimler Ana Bilim Dalı’nda yaptı. Halen Galatasaray Üniversitesi Medya ve İletişim Çalışmaları alanında doktora yapan Ertuna, uzun süre belgesel yapımlarında çalıştı. Bir dönem Ankara Uluslararası Film Festivali Belgesel Film Koordinatörlüğü görevini yürüttü. Haberciliğe CNN Türk haber merkezinde başladı. 2008’den beri NTV haber merkezinde görev yapan Ertuna, habercilik kariyeri boyunca Afganistan, Irak, Gazze, Suriye, Libya, Mısır başta olmak üzere birçok savaş ve çatışma bölgesinde bulundu. Buralarda çok sayıda haber ve haber programı hazırladı, makaleler kaleme aldı. 4 yıl boyunca Tunus’tan Libya’ya, Mısır’dan Suriye’ye Arap coğrafyasındaki yakından izlediği olayları “Arap İsyanları Güncesi” başlıklı ilk kitabında derledi. Ertuna’nın gittiği yerlere ilişkin fotoğraf, video ve notlarını topladığı, kendi ismini taşıyan bir web sayfası da bulunuyor.